Sevgili Camus diyor ki, dünyaya yüklediğin o anlamlar bir perde gibi çekilecek ve dünya, içinde var olan her şey tüm çıplaklığıyla karşında duracak.
Geri dönüş yok. Bundan böyle hakikat ile kendi aranda ördüğün duvarlar yok. Kendi başınasın, aklın sana doğru yolu gösteremiyor. Descartes ve Hegel'in yükselttiği akıl, sana yol gösteremiyor. E hadi? Nereye döneceksin yüzünü? Kıblen neresi?
Yoksa tanrılaşmış benliğin karar verme gücünü kaybettiğini fark ettiği için bir yerlere mi kaçtı? Sesini yükseltsene, bastırsana kafandaki intihar etmen gerektiğini söyleyen sesi. Kişisel gelişim kitapların nerde? Kuantum o değil hayatım.
Üzerine fazla gelmek istemiyorum. Gel biraz benim hikayemi okuyalım. Geçer, geçer. Diğer çarpmaya kadar vaktimiz var, hadi acele edelim.
Bak şimdi, ben küçük bir çocuktum. Büyüyene kadar. Küçükken, ben küçüktüm. Büyüdü yaşım, ben büyüyemedim. Küçük kalmayı tercih ettim. Bahçemizdeki erik ağaçlarına çıkıp uzaya yolculuk yapan o küçük kız çocuğuyum hala. Dünya büyük, yetişkinlerin yeri. Çocukluğumdaki her şey büyüdü, büyüdü dev oldu. Devletimiz büyüdü, mahallemiz büyüdü, apartmanlar büyüdü ama ben büyümedim.
Biri de çıkıp Amerikan filmi klişesini yüzüme haykırmadı.
"Büyü artık!"
Büyümediğimi kimse mi fark etmedi? Anneciğim - gerçekte anneciğim diyemediğim anne- hiç mi anlamadın küçük kızın hala küçük bir kız çocuğu, hani şu dövdüğün, ürküttüğün, evrimin sana bahşettiği annelik duygusundan bağışık olarak aslında sevmediğin, sevmeye kodlandığın küçük kızının hala kadın olmadığını? Olamadığını?
Age of Empires oynamamla alakası yok bu durumun, onu karıştırmayalım.
Babamdan bahsetmeyeceğim. Çünkü var değil. Ya da var. Of, bahsedeceğim.
Hayır, bu basit bir "ailesinden memnun olmayan şımarık bir kız yazısı" değil. Bu yıllardır benim varoluşuma, varlığıma batmakta olan bir kıymık hakkındaki mesajım.
Varlığı özsel olarak var olmaktan acı çekmekle belirlenmiş olanım ben Heideggerci anlamda.
Hayatımın büyük bir bölümü ben var değildim, ismim vardı ve başkaları tarafından doldurulan imleyeni. Gözde'nin imlediği şeyler değilken, onlar olmadığımı anlatamamak, kendimi ifade edememek, ortaya koyamamak çok güçtü.
Yine,küçükken babamla birlikte iş yerine giderdik. O zaman şu yüceltilen akıl bende yoktu. Görmüyordum gerçeği. Yoksa o zamanlar gerçekten güzel miydi? Bilmiyorum, nostaljik bir yönüm olduğunu kabul etmeliyim. Neyse, babamla çok yakın iken küçükken, ergenlikten itibaren ilişkilerimiz bozuldu. Sadece kendisiyle kavga ettiğim ve gerektiği kadar konuştuğum bir insan oldu. Onun hoşlandığı şeyleri tesadüfen biliyorum. İlgilendiğim için değil. Babamın nerede olduğunu soranlara cevabım genelde, bilmiyorum, olur. Bana hayatı zindan eden insanın var olduğunu reddetmek için her fırsatı kolluyorum. Suçluluk da duyuyorum kelimelere dökmekten. Çünkü kelimelere döktüğünüz an, onu var etmiş oluyorsunuz. Ona karşı bu nefretle kayıtsızlık arası duyguyu kelimelere dökerek onu var etmek istemiyorum bir yandan.
Bana dürüm alırdı, bir de ayran. Benim için en güzel an onunla çok da iyi olmayan iş yerinde vakit geçirebilmek ve arabada hayali bir yolculuk yapabilmekti. Gözyaşlarım akmaya başladı bile. Şimdi yüzüne bile bakmıyorum eve girince. Kendisine baba, babacım deyip onu bir baba olarak var etmeyen kızı kafasını her çevirdiğinde, onun içinde yıllardır var edemediği ama var etmiş olmayı dilediği sevgi yüklü muhabbet için bir ihtimali öldürmüyor mudur? Her seferinde yeniden ve yeniden içindeki bir şeyleri öldürmüyor muyum onun? Ona selam bile vermeyerek nereleri yok ediyorum içinde? Ama söyleyemez, kelimeleri yetmez.
Bana siktir git, bir boka yaramıyorsun derken kullandığı kelimeler çok kullanışlı ama. O kadar keskin ve net ki işaret ettiği nokta. Öyle özenli ki ağzıma sıçarken. Küfür etmek serbest; bizim evde öyle şekerim. Ne garip, şöyle geriye dönüp okuduğumda başkasının hikayesi gibi zihnimde tüm etkisini yitirdi. Yazmak bu yüzden iyi geliyormuş, desene.
Hayatımın büyük bir bölümü sevdiğimi sandığım, sevdiklerim diye anlaşılan daireyi boşaltmakla geçti. Sevgi nesnesi tanıdık olanla bağını yitirdi. Sevgiyi kazanmak zorundaydım, sevgi oyunları oynayıp, deney yaparken utanmak zorunda kalmayacaktım. Birilerine -cım'lı hitap etmek gibi bir çılgınlık yapacaktım.
Büyüyemedim ve etrafımı insanlar sarmaya başladı. Belirli kararlar vermemi bekleyen, her konuda beklendik cevaplar talep eden, hatalara göz yummayan, her cevabın bilindik bir tutumun göstergesi olarak kabul eden, beni tek bir biçimde var etmeye zorlayan, başkalarının etik ilişkilerine burnumu sokmamı isteyen, kendini ön plana çıkarmamayı zayıflık olarak belleyen, fiyat biçip, etiket yapıştırmaya bayılan, stratejik davranmayı dürüstlükle bir tutan toplum kokan bireyler çevreledi beni. Bedenler yığını. Sosyal fobimin olmasının büyük bir sebebi de buydu, belki de.
Aileden güçlü bir destek alamayan küçük kız bir çocuğu olarak ben, iş başvurusunda büyümüş olmak şartı koşmayan çalışma hayatına atılınca savruldum. Bir zamanlar doğru ve yanlışı ayırt edebilen ben, eğri büğrü bana bakıyordu sanki aynada. Kuantum ,sicim teorisi ve özel görelilik biliyorum ben ama toplumda var olamıyorum. Kant'ın imperatifleri de bir boka yaramıyor açıkçası, onunki gibi düzgün hayatım olmadı benim.
Kahve ve balkonumdan dışarı baktığımda, tüm evrenin benim huzurlu olmam için çalıştığını ispat edercesine, yaratılışın muazzam bir parçası olarak gözüme ilişen ve içime baharı dolduran yeşil yapraklar dışında beni kurtarabilecek neredeyse hiçbir imge yok şu hayatta.
Geceyi unuttum, özür dilerim. Tüm var olanların sustuğu, hakikatin konuşmaya başladığı, sokak lambalarının hakikate selam durduğu, gün batımının tortularıyla harmanlanan gecede üst bilincimin farklı evrelerine yaşadığım o eşsiz duygu. Bilinçdışı, tamam Lacancı arkadaşım.
Yıllar yılı evimde güç bir şekilde biriktirdiğim huzurlu anlara demir atabildikçe, kendimi öldürmek isteğimden uzaklaştım. Bir de inancımdan dolayı. Dünyanın bahşettiği onca güzel imgeler arasında dolaşmak ve belki de birilerine yardımcı olup, inandığım şeyle ilişkili olan asıl davanın gereğini yerine getirebilmek için kalmaya devam ettim, bu bekleme odasında. Evet şarkılar banal, dergiler tozlu ve eski. Evet, yanımdaki herkes telefonuyla uğraşıyor ve anonslar boğuk. Duvarların rengi ise tenimden daha soluk.
Tanıyabileceğim ve kendisinden pay alabileceğim o kadar insanı da unutmayalım. Paris'in şu meşhur köşebaşıcafelerinde, kahve eşliğinde varoluşçuluk hakkında söyleşebileceğim birileri muhakkak vardır. Bak bak bak, büyüyemeyen benin hayallerine bakın hele. Haddim olmadan yetişkin gibi davrandım.
Bir de şey isterdim; rüyalarımda yaşadığım tarif edilemez o duyguyu dile dökebilmek. Birileri, zaten her tecrübenin öznel ve anlatılamaz olduğunu hatırlatacaktır bana. Keşke her şeyi kendimin bilinci kadar doğrudan kavrayabilseydim. Neden hala hayatı daha fazla yaşamak istiyor gibi görünmeme sebep olan şeylerden bahsediyorum ki? Neden varlığım hep sızmak için çatlak arıyor, bilmiyorum. Hayatı Bergman filmindeymiş gibi yaşamaya çalışmayı bırakmalıyım.